BEYŞEHİR OVASI!

Biz değil belki ama çocuklarımız korkarım ki yanı başımızdaki muhteşem Beyşehir gölünden bu şekilde söz edecekler. Evet, felaket filmi senaryosundan bahsediyormuşuz gibi gelebilir. Fakat çok değil 15–20 sene öncesine kadar tarlaların kenarındaki hendeklerden balık avlandığını ve Dörtsöğüt’ün bir zamanlar 2–3 km.lik bir sahil şeridine sahip olduğunu düşündüğümüzde iklimlerin nasıl insanı dehşete düşürecek bir hızla değiştiğini fark etmek zor olmayacaktır. Dünya çapında büyük ve ani iklim değişiklikleri yaşanıyor. Bilim adamları bunun sebebi olarak gördükleri küresel ısınmayı şöyle tarif ediyorlar:

Efendim uzayda ısı -50 seviyelerinde. Güneş ısısı atmosferimize girdikten sonra karbon, metan gibi elementlerin varlığı ve su buharı sayesinde dünyamızı ortalama + 16 C lik bir ısıya ulaştırıyor. Bu gazlar ısının atmosferde muhafaza edilmesini sağlıyor ki canlı varlıkların hayatlarını sürdürebilmek için gerekli olan şartlar oluşsun. İşte atmosferin ısıyı tutma ve dış ortamdan yalıtma etkisine sera etkisi deniyor. Bahsi geçen gazların miktarı (özellikle metan) anormal biçimde arttığı zaman (ki buda çoğunlukla fabrikalar sayesinde oluyor) ısı giderek yükseliyor. Bunun sonucu olarak göller, dereler ve temiz su kaynakları giderek tükeniyor. Seller, büyük fırtınalar, ani çölleşmeler vb. doğal afetler bu yüzden ortaya çıkıyor.

Küresel ısınmanın sonuçları insanoğlunun tahayyül sınırlarını zorlayacak boyutlara ulaşmaktadır. Uzmanlar başımıza daha ne kadar korkunç şeyler gelebileceğini hesaplama konusunda birbirinden karamsar öngörülere sahipler.

Peki, ne oldu da biz bu noktaya geldik. Nasıl oldu da uçurumun kenarına geldiğimizi, neredeyse dönülmesi imkânsız bir yerde olduğumuzu fark edemedik.

Aslında uzmanların çevre kirliliği ve küresel ısınma olarak tarif ettikleri süreç sanayi devrimine ve daha öncesine kadar uzanıyor. Şöyle ki:

Rönesans’la birlikte bağnazlık ve cahillik uykusundan uyanmaya başlayan batı medeniyeti pragmatist ve bilimsel bir bakış açısı geliştirerek fikri alanda sanatta kültürde ve sosyal yaşamda köklü değişiklikleri tedricen hayata geçirdi. Özellikle teknik anlamda artan bir ivmeyle ve bizim takip edemeyeceğimiz bir süratle ilerlediler. Buhar makinesinin ve içten yanmalı motorların keşfiyle devasa gemileri yürütmeye, kumaşı herkesten hızlı dokumaya, matbaanın icadıyla birlikte en becerikli hattattan daha da hızlı yazmaya başladılar. Bunları barbar İspanyolların masum Güney Amerika halkalarından gasp ettikleri altınlarla finanse ettiler. Tüm bu gelişmeler sonucu korkunç bir sermaye birikimine ulaştılar, büyük miktarda hammadde ihtiyacı ortaya çıktı ve üretilen ürünleri satın alacak yeni pazarlar aramaya başladılar. Günahsız milletlerin kanı pahasına hammaddeyi temin ettiler. Bunun uğrunda savaştılar. Pazarı da çok çabuk buldular. Çöküş sürecindeki Osmanlı onların en yağlı pazarı oldu. Bizden kopardıkları imtiyazlarla limanlarımızı, ticaret yollarımızı pervasıca kullandılar. Sattıkça kazandılar, kazandıkça daha çok ürettiler ve daha çok.. daha çok üretebilmek için yeni teknolojiler geliştirdiler. Tüm insanlığı bu üretim ve tüketim ilişkileriyle tanımlamaya, geriye kalan dünyayı istatistikî değerlerle, rakamlarla anlamaya çalıştılar. Hümanizm, demokrasi ve insan hakları gibi içi boş ve gerçekte kendi medeniyetlerine ait olmayan değerlerin savunucuları gibi hareket edip vahşiliklerine meşruiyet kazandırmaya çalıştılar..

Bu muhteşem Medeniyetin mimarı Avrupa (!) gün geldi fabrikalarının artıklarının doğayı nasıl tehdit ettiğini de fark etti tabi… Etti ama bu tehdidi birkaç anarşist fikirli gençten başka kimse dile getiremedi. (tabi birde Resmi-danışıklı Greenpeace örgütünün zibidi tayfası).Ta ki artık telafisi imkânsız bir noktaya gelindi. Şimdi artık sömürecekleri, misyonerleri ve ordularıyla istila edebilecekleri, madenlerini ve petrollerini çalıp halkalarını köleleştirebilecekleri, nükleer bombalarıyla cehenneme çevirebilecekleri bir dünya kalmadığını anlamaya başladılar. Şimdi de acaba nükleer tesislerimizi, zehir kusan fabrikalarımızı, kirliliğe neden olan eski teknolojilerimizi ne yapsak, üçüncü dünya ülkelerine (çok af edersiniz) nasıl itelesek diye düşünüyorlar (üçüncü dünya ülkeleri kavramını üretende bu namussuzlardır. Yaşam hakkı tanımadıkları mazlum halkları sömürerek onları geri bırakıp birde utanmadan dalga geçmekteler). Çözüm arıyorlar ama faturayı hep beraber ödeyelim diyorlar. Günahlarının bedelini ödetmeye bizi de ortak etmek istiyorlar. Oysa günahsız yavrularımıza kimse sormadı. Onların yaşam hakları, gelecekleri ellerinden alındı ve alınmakta…

Dünya’yı insanların yaşam alanı değil de petrol yatakları ve maden ocakları olarak gören, korkunç büyüklükteki sanayileri ile atmosfere zehir ihraç eden gelişmiş ülkeler; kamuoyunu kandırmak için boş ve uygulanabilirliği olmayan (Kyoto protokolü gibi) anlaşmalar imzaladılar. Sözde nükleer santralleri aşama aşama kaldırmaya karar verip, kirliliğe sebep olan fabrikalara gelişmiş filtre sistemleri kullanma zorunluluğu getirdiler. Ama tüm bu samimiyetsiz ve özünde radikal tedbirlerin alınması lüzumuna inanmayan söz konusu ülkeler, ekonomilerinin temelini teşkil eden ağır sanayiden vazgeçmek pahasına temiz bir dünyaya razı olmuyor. Küresel arenanın baş aktörleri yerküreyi bitirmeye yemin etmişler adeta.

Eğer ortak bir bilinçle acilen akılcı ve gerçekçi çözümler üretemezsek dünya yaşanılır bir yer olmaktan çıkacaktır. Oksijenin tüpler içerisinde yüksek fiyatlardan satıldığı ve yalnızca parası olanların bunu temin edebildiği, içecek sularının sadece yaşamı devam ettirebilecek kadar devlet denetiminde, kısıtlı olarak ve karneyle verildiği bir dünyada kim yaşamak ister ki.

Sorun bütün insanlığın ve canlı varlıkların sorunudur. Bu Moğol istilasından, nükleer bombalardan, vebadan AİDS’ten ve bilinen tüm felaketlerden daha tehlikeli ve ölümcüldür. Artık dünya ortak düşmanına karşı birlik olup bu savaşı kazanmaya mecburdur.

Saygılarımla…

1 yorum:

Adsız dedi ki...

abi harika olmuş ellerinize saglık